Sancısını ve sanrısını bildiğimiz bir yer dünya. Bizler de bu üç günlük hikayemizde her günü bir gerçeklik risalesi diyerek vaktin kucağında yaşayıp
gidiyoruz. Tanıyıp tanışık oluyor ve tanıklık ediyoruz. Kimi rutin
türkülerle kendini bir kolhozun bekçisi sanıp rotasından hiç
çıkmıyor, kimi de
adımlarını büyüteç etkisiyle kanguru misali atıp gerçekliğin farkına
varmadan yaşayıp geçiyor. Şimdi sorasın, “ Ey okur, doğrusu ne?
Ne yapmalıyız?”
Bence “ denge” sözücüğü dünyanın en güzel şifrelerinden biri. Ne ruhu yormak gerekiyor ne de kalbi. Bir ölçü içerisinde anın tadını
çıkarmakla birlikte görevlerimizi de bir plan ve ölçek dairesinde gerçekleştirmeliyiz. Kendimizi
tanıyarak hareket evremizi
oluşturmalıyız. Kimimiz edebiyattan nefret ediyoruz, kimimiz tarihin
dibine boğulup gidiyoruz. Bazılarımız da tsundoku sendromuna
tutuluyoruz.
Aileler en iyi çocuk bizim diyerek çocukların gelişim psikolojilerini unutup dart tahtasına evlatlarını hedef koyup hep 100’den vurmak istiyor. Kimi de illa bir şey olur deyip çocuğunu gözden çıkarıyor. Hangisi doğru derseniz bence ikisi de
yanlış ey okur! Hep uçlarda yaşıyoruz, ayakları yere basan ne gerçeğimiz var ne de hayal kurmayı başarabiliyoruz. İşte burada denge kavramı önem kazanıyor. Hem sosyal etkinliklerin içerisinde olup iletişim açısından hem de pozitif bilim ve ilim dairesi içerisinde kendisini geliştirsin. Ama ne yapıyoruz
“Onun oğlu, şunun kızı, bunun çocuğu” deyip çocuklarımızım her birinin antidepresan adayı
olmasına olanak sunuyoruz.
Kimisi de hayalle palavrayı karıştırıyor attıkça atıyor tuttukça tutuyor. Ne bağır ne de sus, sesin gerektiği kadar duyulsun.
Uzağa gitmeden kendimden örnek vereyim ey okur! Edebiyatın içerisinde var olup yaşamaktan
mutlu oluyorum çünkü o dünya benim sırrıderunum. Orada
oldukça mutluyum ve huzurluyum ama herkesin de edebiyatçı olmasını beklemiyorum. Zaten böyle
bir dünya da yok.
Her insan kendi yetisinin gerçekliği. Günde üç sayfa kitap okumayan bir toplumdan hiç bahsetmek
istemiyorum. Bir toplumdan öğle kuşağı programlarını bir üniversite kürsüsü diye izleyen insanlara zaten söyleyecek hiçbir sözüm yok.
Öyle bir çağdayız ki ey okur, kendi isimlerimizin anlamlarını bilmeyip magazin hayatlara tutulup gidiyoruz. Derdimiz ruhumuzun kanaması, ortak hastalığımız kalpsizleşmek…
Artık evlerin penceresi perdesiz.
Devler masallarda yaşamıyor.
Ekmeği bölmek yok. Söz sohbet
ortada yok. Gençlerimiz de merak etmiyor fakat özel hayatlara ilgi de zirvede. Ortasını bulamıyoruz ey okur hiçbir şeyin, aynayı düz bırakıp
bakacak yüz de bulamıyoruz. Her şeyi bilip bir tek kendimizi tanımıyoruz.
Dünyanın en büyük hastalığının adını ben geçen gün duydum:
“merakyitimi”. İnsan sanki bir mankurta dönüşüp hiçbir şeyi
merak etmeden yaşayıp gidiyor.
İnsan bu sorarak bulur yönünü, insan bu gün içinde tartarak değerli kılar dününü zihniyle ve
kalbiyle güvende tutar yarını.
Çok sıktım değil mi ey okur senin de canını? Yokla, gör birileri var mı sol yanında? En son ne zaman anlattın hatırlamaya değer anını? Olsun
sesim belki bir şeyler çağrıştırır.
En kırgın anında bu satırları
okuyorsundur bilmediğin
birinden bir mektup olsun ruhunu ayağa kaldıran.
Canını sıkma ey okur dar günün ömrü az olur. Çok da abartma hiçbir şeyi, bu sefer naz olur dediğimiz gibi her şey ölçüsüyle güzel, hali
lisanımda son çağrı “ Her şey bulur dengini, kalp ve ruh yitirmesin
rengini. Dünya anahtarını taşır
ilmin zengini, ne mutlu ki defineye malik divaneler var”.
Velhasılkelam Dünya Dengesizlik Yurdu Değildir. Her Daim Ölçülü Olmak İyidir.